GENÇLİK GİDİYOR, TUT TUTABİLİRSEN
GENÇLİĞİM EYVAH!
Çocukluk yıllarımın patika yollarındaki paytak yürüyüşümü tamamlamıştım. Buraya kadar olan yolculuğumda büyüklerimin büyük yardımlarını görmüştüm. Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum. Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına adım atıyordum. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarını toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu.
Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu. Çocukluğun dar ve sıkıntılı kalıplarından kurtulmuştum. Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu. Çocukken her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu. Ne cin masalları, ne mezarlıklar, ne de karanlıklar beni korkutamıyor.
Büyüklerime olan saygım devam ediyordu ama, benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben bir gençtim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim de genç ve tazeydi. Hayat yolunda kimseden yardım almadan yürüyebilirdim. Gençliğimin her ânını dolu dolu yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Yürüdüğüm yollar, gezindiğim yerler renk renk güllerle doluydu. Sanki bir zafer tâkı altında yol alıyordum.
Gördüğüm her güle elini uzatıyor, her güzellikten istifade etmek istiyordum. Yeşil bahçelerin çiçekli yollarında yürürken, nisan yağmurlarının çukurlarda meydana getirdiği çamurla su birikintilerine aldırmıyordum. Deli dolu yaşama hırsıyla, kopardığım güllerin dikenli olabileceklerini hiç hesaba katmıyordum.
Bu güzel bahar mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi kaygısız ve sorumsuz bir şekilde yaşamak istiyordum. Ellerimde, kollarımda ve boynumda bulunan renkli ve süslü iplerle oynamaktan da zevk alıyordum
Ne var ki bu tatlı ve zevkli yolculuk fazla uzun sürmedi. Bir müddet sonra dizlerimde bir takım ağrılar hissetmeye başladım. Galiba yoruluyordum. Bir ara sendeledim ve yolun kenarındaki çamurlu suya kapaklandım. Yüzüm gözüm çamur içinde kalmıştı. Ayağa kalkarken suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm kan içindeydi. O zaman anladım ki, koparıp kokladığım güllerin dikenleri burnumu ve yüzümü kanatmıştı. Boynumdaki süslü iplerin bir ucunun nefsimin ve şeytanın elinde olduğunu anlamıştım. Az evvel beni çamurlu suya düşüren ipi onlar çekmişlerdi. Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atmaya başlamıştı.
Adımlarım ağırlaşmıştı. “Ne oluyor bana?” diye haykırmak istedim. Fakat sesimi benden başka duyan olmamıştı. Önümdeki yola baktım, çiçeklerin solduğunu, yeşilliklerin kaybolduğunu gördüm. Düzlük sona ermiş, yokuşlu bir yol başlamıştı.
Yaş otuzbeş mi olmuştu ne. Yoksa yolun yarısına mı gelmiştim? İşte onu bilemiyordum. Fakat taşın sert olduğunu anlamıştım. Ruhumda bir panik başlamıştı. Geriye dönmek istedim. Fakat heyhat! Attığım her adımdan sonra arkamda kalın bir duvar örülüyordu. Geriye dönmek imkansızdı. Yola devam etmekten başka çarem yoktu. Dahane kadar yol gideceğimi de bilmiyordum. Gittikçe yokuş dikleşiyor, yolculuk güçleşiyordu. İşte orada düşüncelerim hayalden başını kaldırdı. Hakikatin tavanına vurdu. “Gençliğim eyvah” diyen ruhumun feryadını işittim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder