9 Ekim 2009 Cuma

kreisliga fussball

live fussball team manager fussball 2006 tsv fussball fussball leverkusen fussball dortmund fussball deutschland fussball fans fussball spieler fussball live ergebnis werbung fussball saison fussball fussball tischtennis fussball manager ostsee fussball sport fussball fussball niedersachsen vfb fussball fussball landesliga fussball fussball ergebnisdienst fussball koln kreisliga fussball fussball england fussball 2006 fussball quiz fussball kader berliner fussball jugend fussball fussball tor fussball amateure fussball manager 2007 fussball live im radio fussball schweiz fussball training fussball stadion fussball versand fussball spiele fussball trick eintracht fussball fussball eintracht frankfurt live ticker fussball fussball statistik vfb stuttgart fussball fussball videos fifa fussball weltmeisterschaft 2006 ergebnis fussball liveticker fussball regionalliga fussball djk fussball fussball manager 2003 leipziger fussball fussball nationalmannschaft deutschland fussball fussball in bw.de basketball fussball fussball trainer fussball daten fussball fanclub wm fussball fussball meister dsf fussball manager 2001 deutsch fussball bund eishockey fussball fussball ticker fussball volleyball fussball ausrustung fussball uhr fanartikel fussball fussball em 2008 fussball regionalliga hsv fussball fussball portugal online fussball manager bayern fussball bundesliga fussball eintracht frankfurt bezirksliga fussball fussball logo fussball junioren fussball manager 07 patch fussball spielplan fussball bundesliga fussball heute werder bremen fussball fussball oesterreich fussball italien fussball kreisliga sport1 fussball fussball gif fussball tickets fussball sport ultras fussball fussball manager 07 verl c3 a4ngerung fussball net fussball wm 2006 fussball live ticker fussball vereine fussball liveticker fussball oberliga fussball berlin fussball

30 Haziran 2009 Salı

KENDİNİ OKUYAN MEKTUP













Mektuplar, sevgiliden sevgiliye muhabbet taşır. Muhabbet ise, insanın ve kâinatın varlık sebebidir. Muhabbet olmasa ne habib, ne mahbup, ne de mektup olurdu. Mektuplar muhabbete vasıta olduğu için çok önemli ve çok değerlidir. Kâğıdı özenle seçilir, en güzel yazı ile kaleme alınır, en güzel zarfa yerleştirilir.


Sevgiliden gelen bir mektup okunurken insan heyecanlanır. Kalbi yerinden çıkacak gibi sevinçle çarpar. Satırlar, yutarcasına okunur. İnsan her kelimesini, her harfini ezberlemek ve durmadan tekrar etmek ister. Kâğıdını okşar, zarfını koklar. O yazılar sevgilinin kaleminden çıkmış, zarfına onun eli değmiş, kâğıdına onun kokusu sinmiştir.


Şu kâinat da Cenâb-ı Hak’kın bir mektubudur. Her çizgisi kudret cetveli ile çizilmiş, her satırı hikmet kalemi ile yazılmıştır. Her bir harfi ince ince işlenmiş, her bir sayfası nakış nakış süslenmiştir.


Peki, bu kadar ziynetli, bu kadar hikmetli ve kıymetli olan kâinat mektubu, kimin için yazılmıştır? Bu mektubun muhatabı kimdir? Bu soruların cevabını, Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak (cc), Âlemlerin Efendisine (asm) bildirmiştir.


Bu kâinat mektubunu yazan Kadir-i Zülcelâl, muhatabını da kendisi seçmiş, “Habibim” dediği Zât’ın (asm) şahsında, bütün insanlara hitap etmiştir. Allah’ın Resulü (asm) bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak’kın, “Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım” dediğini ifade ediyor. (Cemu’l-Fevâid, 2: 442) Demek ki bu kâinat mektubu, insan için yazılmıştır. İnsanların en hayırlısı, en üstünü, en sevgilisi olan Hz. Muhammed’in (asm) hatırı için kaleme alınmış, onun hemcinsi olan bütün insanlara da hitap etmektedir. Aklı olan her insan, okuryazarlığı olmadan da bu mektubu okur, satırlarındaki san'atı, sayfalarındaki hikmeti anlar, kıymetini takdir eder.


Şu âlem Cenâb-ı Hakk’ın bir mektubu olduğu gibi, insan da aynı kalemden çıkmış bir mektuptur. Âlem dediğimiz büyük mektupta ne yazıyorsa, insan dediğimiz küçük mektupta da onlar yazmaktadır. Sadece zarflar ve yazılar farklıdır. Kudret kalemi, kâinat mektubunu yıldızların, güneş sistemlerinin ve galaksilerin geniş sayfalarına çok büyük harflerle yazarken, insan denen mektubu küçük harflerle hücrelerin satırlarına yazmış, vücudumuzun sayfalarına sığdırmıştır. Her iki mektubun da mahiyeti aynı, mânâsı aynı, muhatabı aynıdır.


Bu harika hâli, Bediüzzaman Hazretleri şu veciz cümle ile ifade etmiştir: “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.” (Lem’alar, s. 231)


Bir başka yerde de, “Hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha aciptir” (Mektubat, s. 425) diyerek, insanın mahiyetinin, kâinattan daha hayret verici ve daha san'atlı olduğunu ifade etmektedir.


Kudret kaleminden çıkan her iki mektubun da muhatabı insandır. Rabbimiz insanı “eşref-i mahlûkat” olarak yaratmış, onu kendine muhatap kabul ederek acib ve garib san'atlarını insanın idrâkine sunmuştur. İnsanın vazifesi, bu eserlere ibret nazarı ile bakmak, yüzlerindeki nakışları görmek, üzerlerindeki mânâları okumaktır. Semânın yüzündeki yaldızlı sayfaları okuduğu gibi, kendi yüzündeki hikmetli satırları da okuyup anlamaktır. Yani insan, kendi kendini okuyan bir mektuptur.


İnsan kendini okumazsa, mânâ ve mahiyetini anlamazsa, Rabbini de bilmez. Peygamber Efendimiz (asm) “Kendini bilen Rabbini bilir” buyurmuşlardır. (İmam-ı Münavi, Künûzü’d-Dekâık). Yunus Emre de “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” derken, insanın kendisini bilmesinin önemine dikkat çeker. Yoksa, bütün okuduklarının ve öğrendiklerinin boşuna olduğunu belirtir.


Ey, En Sevgili’den gelen en güzel mektup! Aynanın karşısına geç, gözündeki perdeleri aç, yüzündeki yazıları oku. Hikmetli satırları setreden gaflet perdesini kaldır, her bir uzvun üzerindeki nakışları gör, yazılarını oku, mânâlarını anla. Ruhunu nurânî bir kâğıt, cesedini ziynetli bir zarf yapan, üzerine senin sîman olan bir mühür vurarak seni sana yollayan Rabbinin bir mektubu olduğunu idrak et.


“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.” (Sözler, eski baskı 628)



İNSAN DEDİĞİN


Yürek sevmek için çıkmalı yola,

Sevgi iksiriyle dolu olmalı.

Kul olmamak için başka bir kula,

İnsan Yaradan’ın kulu olmalı.


Kardeşlik şarkısı söylesin diller

Herkese sevgiyle açılsın kollar

Gezilen bahçeler, yürünen yollar

Hakikat ehlinin yolu olmalı


Allah için sever her sevdiğini,

Kalpte barındırmaz nefreti kini,

Hem gülünü sever, hem dikenini,

Gönlü muhabbetle dolu olmalı.


Muhabbet ayakta tutar cihanı,

O muhabbet insan eder insanı,

Ne makamı, ne serveti, ne şanı,

Güler yüzü, tatlı dili olmalı.


Leyla nazlı güldür, Mecnun bir bülbül,

Bülbülün mekânı olsa da bir çöl,

Bir gün mecnun olacaksa bu gönül,

Mevlâ aşkı ile deli olmalı.

21 Mayıs 2009 Perşembe

SELAM-KELAM












SELAM KAPISI
İnsanlar arasında diyalog ve muhabbete açılan en güzel ve en geniş kapı, selam kapısıdır. Hiç tanımadığımız bir insanla karşı karşıya gelmek veya bir arada bulunmak durumu hasıl olduğunda, ilk yaptığımız iş, onunla göz teması sağlamaktır. Diyalog yoluna açan ilk kapı, göz kapısıdır. Ondan sonra sıra söz kapısına gelir. İlk kelam, bir selamla başlar. Fakat selam yerine bazen çeşitli kelimeler kullanılmakta, çeşitli dileklerde bulunulmaktadır. Birisine iyi günler dilemek, gününün aydın olmasını istemek de güzel bir şeydir ama, bunlar birer dilek ve temenniden ibarettir. Halbu ki aslolan, “Selamün aleyküm” diyerek, insanları Allah’ın selamı ile selamlamaktır. Çünkü bu selam şekli, en belirgin İslam şeairlerinden birisi olduğu gibi, aynı zamanda insanların bir birine dua etmesidir. “Allah sana selamet versin” demektir. Aynı zamanda, her türlü mahcubiyet ve mağdriyetten uzak olarak, uzun bir ömür dilemek anlamında bir duadır.
Selamı vermek sünnet, almak ise farzdır. Sünnet olduğu çeşitli Hadis-i Şeriflerde ifade edilmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerifinde: "Sizden biriniz meclise geldiği zaman selam verdiği gibi, ayrılırken de selam versin. Çünkü birinci selam sonrakinden daha faziletli değildir." buyurur. (Tirmizi, es-Sünen).
Selamı almanın farz olduğu ise, şu Ayet-i Kerime ile sabittir: Bir selamla selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın, yahut aynıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah. her şeyin hakkını gerektiği gibi arayandır, buyurur. (Nisa, 86)
Selam kapısı, mü’minin gönlüne açılan en güzel ve en geniş kapıdır. İnsanlar arasında medenî diyalogun en önemli kapasının selamlaşma olduğunu kabul edenler, nedense bu kapıyı pek kullanmak istemiyorlar. Yani "SELAM" kapısından gocunanlar var. Bunun yerine "günaydın, tünaydın, bonjur gibi kelimelerle selamlaştıklarını zannediyorlar. Bazen de sadece " selam" diyerek geçiştiriyorlar.
Selamlaşma, kısaca " selamün aleyküm" diyerek, karşınızdaki insanın üzerine Allah'ın selametini dileyerek ona dua etmektir. Ama nedense böyle Allah kelamı ile selam verme alışkanlığını ortadan kaldırmak isteyenler, "iyi günler" diye bir temenniyi selam yerine ikame etmeye çalışıyorlar. "Selamün aleyküm" ifadesi İslâmi motifler taşıdığından, kullanılması sakıncalı görülüyor. Özellikle resmi dairelere bu şekilde selam vermeye kalktığınız zaman, yadırganıyorsunuz. Hatta bazı ekabir takımına “ selamünalyeküm” diye selam verdiğinizde, “ burası cami değil “ diye azar işittiğiniz bile oluyor. Onun için resmi makamlarda Allah’ın selamı ile selamlaşmak nerdeyse yasak hale gelmiş bulunuyor.
Ben bir resmi dairede görev yapıyorum. Gerek telefonla, gerek yüz yüze olmak üzere hergün yüzlerce insanla muhatap oluyorum. İnsanlar söze başlarken genellikle " iyi güneler beyefendi" diye selam veriyorlar. Bazıları da önce "selamü aleyküm" dedikten sonra, " şey iyi günler efendim" diye sanki bir kusur işlemiş gibi mahcubiyet duyuyorlar. Ben de onlara " ve aleyküm selam, buyrun efendim" deyince, şaşırıyorlar. Sonra da yüzlerinde gülümseme ve bakışlarında tatlı bir samimiyet beliriyor. Ondan sonra size daha sıcak ve samimi bir gözle bakıyorlar.
Selam, Müslümanlar arasında irtibat ve muhabbete vesile olan ortak bir dildir. Dünyanın neresinde olursa olsun, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun, bir Müslümana selam verdiğiniz zaman hemen anlar ve aynı şekilde mukabele eder. Aynı Allah’a kul olmanın, aynı Peygambere ümmet olmanın ortak paydası ortaya çıkar. Allahüekber, Bismillahirrahmanirrahim, inşallah, maşallah, selamün aleyküm gibi kelimeler, bütün müslümanaların ortak dilidir.
Obama başkan seçildiğinde Kenya’ya akın eden gazeteciler, Obama’nın baba annesi ile görüşmeye çalışıyorlar. Büyük güçlüklerle kısa bir süre görüşen gazeteci grubu oradan ayrılırken, bit Türk gazetecinin ağzınan “inşallah” kelimesi çıkıyor. Yaşlı babaanne “inşallah” kelimesini duyunca, “dur bakalım sen ne dedin, yoksa müslüman mısın “diyor. Gazeteci de Türk ve Müslüman olduğunu söyleyince, onu yanına çağırıyor, bir süre sohbet ediyor. Aralarında sıcak bir dostluk bağı meydana geliyor. 86 yaşındaki ihtiyar bir Kenya’lı kadın ile, bir Müslüman gazeteci arasında sadece bir “inşallah” kelimesi ile bir muhabbet köprüsü kurulmuş oluyor.
Selam, insanlar arasındaki iletişimin elektrik kablosu gibidir. Bu kabloyu kestikten sonra iletişim de kopar ve insanlar bir birlerini anlamaz hale gelirler. Kablo yerine çamaşır ipi kullanılırsa, iletkenlik sağlanamayacağ gibi, selam yerine başka kelimeler kullanmak da mü’minlerin kalp ve gönülleri arasında iletişimi sağlamaz. Günaydın, tünaydın, iyi akşamlar, iyi sabahlar gibi ifadeler, hiçbir zaman selam yerine geçmez. Çünkü selam, bir İslam şeairidir. Yani söylendiği zaman İslâmı hatırlatan, müslümanlar arasındaki ortak dil ve ortak ses olarak kulaklara ulaşan kelimelere şeair denir.
Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!”(Müslim, İman 93-94)
Tanıdık olsun, yabancı olsun, karşılaştığımız bir insana veya bir topluluğa selam verelim, verilen bir selamı da en güzel şekilde alıp mukabele edelim. İnsanların arasına girerken, selam kapısından girelim, selam kapısından çıkalım. Bu kapıdan girildikten sonra, dostluk, muhabbet, kardeşlik gibi kapılar kendiliğinden açılır. Böylece insanlar arasında huzur ve güven hâkim olur.
Ben de bu yazıma “Selamün Aleyküm “diyerek son verirken, aramızda selamın yayılmasını, muhabbetin kuvvet bulmasını diliyorum.

23 Nisan 2009 Perşembe

G Ö Z Y A Ş I

AĞLAMAK ANLAMAKTIR














Yıl, 1935. Yer, Eskişehir, Odunpazarı semti. Karşı karşıya iki mektep var. Birisi lise mektebi, birisi de Medrese-i Yusufiye. Lise mektebin avlusunu dolduran elli-altmış kadar kız talebe, cumhuriyet bayramı kutlamaları için gösteri çalışmaları yapıyorlar. Gençliğin verdiği coşku ve enerji ile, çığlıklar atıp, oyunlar oynuyorlar. Onlar, hayatlarının baharında, bir çiçek gibi açılmış, etraflarına neşe ve sevinç saçıyorlar. Ama neticede her biri bir çiçek olduğu için, bir süre sonra solup gideceklerini, kuruyup döküleceklerini düşünmüyorlar. Onlar düşünmüyorlar ama, onları düşünen birisi vardır.

Lisenin karşısında bulunan medrese-i Yusufiyede ise, iman ilmi, tahsil ediliyor, ebedi saadet dersleri veriliyor. İşte bu medresenin demir parmaklıkları arkasında bir ihtiyar vardır. Lise mektebinin bahçesindeki gençleri seyretmekte, onların geleceğini düşünmekte ve hazin hazin ağlamaktadır. Bir yandan bayram sevinci ve gençlik coşkusu içinde gülüp eğlenen gençler, öbür tarafta onların güldüğüne ağlayan yaşlı bir adam.

Yaşlı adam, gurbettedir. Kimsesizdir. Hiçbir dünyalık malı, mülkü, evladı, iyali yoktur. Üstelik, hiçbir suçu olmadığı halde hapse atılmış, her türlü insanî haklarından mahrum edilmiştir. Ama, bir gün olsun, kendisi için ne endişe etmiş, ne üzülmüş, ne de ağlamıştır. Çelik gibi iradesi, kaya gibi metaneti, Hz Eyyüp A.S. gibi sabrı vardır. Ama o adam, şimdi bir çocuk gibi ağlamakta, gözyaşları dökmektedir. Yanına gelip, neden ağladığını soranlara ve kendisini teselli etmek isteyenlere de, “ beni yalnız bırakınız, gidiniz” diyerek, yanından uzaklaştırır. Bir müddet kalbindeki hüzün ve gözündeki yaş ile baş başa kalır.

Yaşlı adam, gençlerin görmediğini gördüğü için, onların bilmediklerini bildiği için ve onların anlamadıklarını anladığı için ağlamaktadır. Sanki demir parmaklıklar arkasında bir sinema perdesi kurulmuş, gençlerin geleceği perdeye aktarılmıştı. Yaşlı adam da şimdiki gençlerin elli sene sonraki hallerini bu perdeden seyretmektedir. Gördükleri ise, gerçekten hüzün verici ve ağlatıcı sahnelerdir.

İstikbal sinemasının ibret sahnelerinde neler gördüğünü kendi ifadesinden okuyalım: “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım.”

“Bilmek ağlatır, bilmemek aldatır.” Eskişehir hapishanesinin demir parmaklıkları arkasından bakıp, elli sene sonrasını gören, bunu da “ kat’î müşahede ettim” diyerek gördüklerinin hayal değil hakikat olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, bildiklerine ve anladıklarına ağlamaktadır.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), “Benim bildiklerimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyuruyor. Allah’ın dostu, Habibi, kâinatın yaratılış vesilesi, insanların en üstünü, Kur’an’ın methettiği, meleklerin gıpta ettiği birisi, hayatta kahkaha ile gülmemiş, hep tebessüm etmiş ama yüzünde tatlı bir hüzün halini de hiç eksik etmemiştir. Demek ki insanın gülmek için pek az sebebi varken, ağlamak için çok sebebi vardır. Bunu ancak bilenler anlar, onun için de anlayanlar ağlar.

Hayatta kahkahayla gülen insanlar çok olduğu gibi, hüngür hüngür ağlayanlar da çoktur. Kız arkadaşı kendini terk ettiği için ağlayan gençlere, işini kaybettiği için ağlayan orta yaşlılara, bir kaza veya tabiî afet sonucu malını ve parasını kaybeden ihtiyarlara sık sık rastlarız. Halbu ki, gözyaşları bu kadar değersiz şeyler için akıtılmayacak kadar kıymetlidir. Bu gözyaşları, Allah yoluna dökülürse, kalp ve gönül kirlerini yıkamak için sarf edilirse, cehennem ateşini söndürmek için akıtılırsa, o zaman ağlamanın bir anlamı olur. Bu gözyaşlarının her damlası, Allah katında çok değerli bir inci gibidir. Allah için ağlayanlara melekler şöyle dua ederler: “Allahım, ağlayanı ağlamayana şefaatçi kıl.”

Nefis ve dünya hesabına ağlayanların gözyaşları ise, geçersiz akçe gibi kıymetsizdir. Hiç kimsenin işine yaramaz, ağlayana da bir şey kazandırmaz. Onların ağlamaları, çocukların kırılan bir oyuncak için ağlamalarından farksızdır.

22 Mart 2009 Pazar

DÜNYA YALAN,ÖLÜM GERÇEK

ÖLÜMÜ SEVMEK




Ölüm kelimesi, insanların fazla duymak istemedikleri, mümkün olduğu kadar uzak durdukları, söz ve sohbetin konusu yapmaktan çekindikleri bir kelimedir. Bir sohbet sırasında ölümden söz açıldığında, insanların suratı asılır, neşesi kaçar, huzuru bozulur. Çünkü nefisler bundan rahatsız olur. Ölümün manasını ve mahiyetini bilmeyenler, onu anmak ve adını duymak istemezler. Ölümün adı bile onları rahatsız etmeye, huzurunu kaçırmaya yeter. Onun için ölümün adı anıldığında “ ağzından yel alsın” derler. Yani bu kelimeyi bir daha ağzına alma, ondan bahsetme diye temennide bulunulur.

Ama insan her ne kadar ölümü ağzına almasa ve onu unutsa da, ölüm insanı unutmaz ve kendisini de unutturmaz. Her gün cami avlularındaki tabutlarla, omuzlarda taşınan cenazelerle, hastalık veya kaza sonucu hayatını kaybeden insanlarla, kendisini bize hatırlatır. Biz ne kadar ondan uzak durmak istesek de, o bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu gösterir.

Bu kadar yakınımızda olan ölümü görmezlikten gelmek ve onun adını bile anmamak, deve kuşu pozisyonu almaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde hangi insan ecelin elinden kurtulmuş ki? Gerçek kurtuluş ve selamet, ölüme yakın olmak, onunla dost olmak değil midir? Gafletin, husumetin ve korkunun ecele faydası olmadığına göre, ölümün yüzüne gülmek, ona dostluk eli uzatmak, onunla barışık olmak daha iyi değil midir?

İnsan bilmediği şeyden çekinir, korkar, telaşa kapılır. Gecenin karanlığında uzaktan bir karartı görsek, ürpeririz. Bize bir zararı dokunmasından endişe ederiz. Ama yanına varsak, mahiyetini görsek, manasını anlasak, endişemiz ve korkumuz ortadan kalkar. Bizim korktuğumuz karartı, belki bir dostumuz, ahbabımız olarak karşımıza çıkar.

Aslında ölümden bahsedilmesinden rahatsız olan, onun adı anıldığında huzuru kaçan, nefsimizdir. Yoksa kalbin, ruhun ve diğer duyguların ölümden bir endişesi olmaz. Cenab-ı Hak, “ Her nefis ölümü tadıcıdır” diyor. “Her ruh ölümü tadıcıdır” demiyor. Yani ruhun ölmesi söz konusu değildir. Hatta ölüm, ruhumuz için daha güzel bir hayata geçiştir. Ölüm sonucu ruh beden denen ağırlıklardan ve ayak bağından kurtulur, serbest kalır, daha özgür bir ortama kavuşur. Özgürlükten korkanlar ise, istibdat altında yaşamaya alışmış zavallılardır.

Böyle düşünüp ölüme bu gözle baktığımız zaman ondan korkmak için hiçbir sebep kalmaz. Ama ölümü sevmek için pek çok sebep vardır. En birinci sebep, bizi Rabbimize, Halımıza, Malikimize kavuşturacak olan bir vasıtadır. Sevdiklerimizden ayrı kaldığımız zaman, onları özleriz, hasretlik çekeriz. Bir an önce kavuşmak için çareler ararız. Vuslat zamanını iple çekeriz. Ruhun en sevgili varlığı da, onun sahip Maliki olan Cenab-ı Hak olduğuna göre, insanı Rabbin götürecek olan ölüm sen derece sevimlidir, güzeldir.

Ölümün mânasını ve mahiyetini en güzel şekilde anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bize onun sevimli yüzünü gösteriyor. Ecel vasıtasıyla insanın nereye sevk edildiğini ve ölümün kollarında nasıl güzel bir mekana taşındığını şöyle izah ediyor: ''Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?
Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.'' İnsanı, Cennet ve Cemalullah gibi iki büyük nimete götürecek olan ölüm, ne kadar sevilse, az değil midir?
Başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, Allah’ın en sevgili kulları ölüm vasıtasıyla ahiret diyarına göçmüşler, Mahbub-u Hakîki’ye kavuşmuşlardır. Onun için Allah dostları olan kâmil insanlar ölümü sevmişler, ölmeden önce ölmek istemişler.
Mevlâna Hazretleri ölümü hasretle beklemiş, ölüm gününü düğün günü olarak ilân edip “Şeb-i Aruz” diye adlandırmıştır. “Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir. Seninle olduktan sonra ölmek, tatlı candan da tatlıdır bize” diyen Mevlâna, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan “ diyerek ölümün bir ayrılık değil, kavuşma olduğunu ifade etmiştir.
Yunus Emre ise, ölümü şöyle vasıflandırır: “Kogıl (bırak) ölüm endişesin/ Âşıklar ölmez bâkidir” diyerek Hak’ka âşık olanların ölmeyeceklerini, bâki kalacaklarını belirtiyor.
Aslında kâfirler ve fâsıklar da ölmez çünkü onların da vermesi gereken bir hesap vardır. Ama onlar için ölüm cehennem hayatına geçiş olacağından, ölümden korkarlar, onu düşünmek ve hatırlamak istemezler. Mü’min için ise ölüm, Cenab-ı Hak’kın cennet ve cemaline kavuşmasına bir vesile olduğu için hasretle beklenir, sevinçle karşılanır.
Herkese huzurlu bir ömür, hayırlı bir ölüm diliyorum.